Aramak Üzerine…

 Sabah gün doğmadan uyanırsan, yaşayacak bir günün olur.
Gün doğduktan sonra uyanırsan, herkese katılırsın.
Herkesten sonra uyanırsan, hayatı kovalar durursun.

Gün doğumu, aramakta olan bir kalbe yalnızlığın en çok huzur verdiği zaman….

Birkaç dakika havadan sudan ve son işlerden bahsettikten sonra patron sadede geldi:

“Mustafa bu aralar burada değilsin…”

‘Burada değilsin’, bir tabudur… Bir kez telaffuz edildi mi artık geri dönüş yoktur.

İşimi seviyorum, burada başarılıyım, saygı görüyorum. Patronumun iletişim beceriksizlikleriyle tüm bunları bozmasına izin vermek istemiyorum.

Belki yere düştükten sonra hemen alıp üfleyip yersek geri dönüşü olur…

Bazıları uzak şehirlerin hayalini kurar. Olduğu yerde bulamadıklarını, belki
buradan daha serin,
buradan daha yabancı,
buradan daha kültürlü,
buradan daha sarışın insanların olduğu,
buradan daha az akrabalarının olduğu,
buradan daha az sorumluluklarının olduğu,
buradan daha çılgın,
buradan daha yeşil,
buradan daha sarı,
buradan daha mavi,
buradan daha sessiz,
buradan daha melodik,
buradan daha eğlenceli,
buradan daha kibar,
buradan daha seksi,
buradan daha kentli,
buradan daha rasyonel,
buradan daha tutkulu,
buradan daha rahat,
buradan daha kendine benzeyen bir yerde aramak daha doğrudur…

Burada bulamadığı şeyi…

Kendini…

Ben kendini bir yerde arayanlardan da, bir şeye adayanlardan da değilim. Kendime dair aradıklarım bir yerde ya da bir şeyde değil. Şu an benden daha fazlası olduğuna inanmıyorum. Ben olduğum kadarım. Dünyam, şu an benim olduğum kadar.

 Tam yatmasın aklın hiçbir şeye
Neler çıkar kim bilir karşına yarın
Bu karanlıktan başka bir karanlık,
Bu sabahtan başka bir sabah

Herkesten önce başlayan yeni bir günde, yaşayacak yeni bir günde, ve içimi yepyeni bir benle dolduran bir nefestedir aradığım.

Hayatın iyi yanlarını içime dolduran bir nefes…

Uzun uzun gözlerimin içine bakıyor. Gözlerimi kaçırmamaya çalışıyorum. Bu, ilk başlatanın kazandığı bir düello gibidir. Gergin konulara gireceğini önceden bilen, hazırlıklı oluyor. Hazırlıksız taraftaysan gözün istemsizce bir yere kayabilir…

Bazıları her zaman hazırlıklıdır. Güne herkesten önce başlar. Etrafta şımarıkça dolanan insanlar, yalandan telaşlarıyla bir yerlere yetişmeye çalışırken günlük planlarını tamamlamışlardır.

“Saat 10.30. Ofise yeni geldin. Bu sence normal mi?”

“Hayır değil.”

“Neden geciktin?”

Gerçekten nedenini mi merak ediyorsun? Yoksa ‘Hatalı olduğunu söyle ve özür diler, bir daha yapma!’ diye emretmenin alışılageldik yolu mu bu? Bunu anlamaya çalışıyorum çünkü ne dediğinle ne demek istediğin arasında hiçbir bağıntı çözemedim şimdiye dek!

“Merak ettiğinizi sanmıyorum.”

“Buna sen karar verme istersen?”

Bu adamı severim. Birlikte iyi işler çıkardık. Ama egosunu sevmiyorum. Kimsenin egosunu sevmem. Ego insanın barsaklarındaki gaz gibidir. Ortaya çıktığında sahibini rahatlatır. Ama kimse kimsenin egosunu sevmez.

Suratındaki o huzurlu ve donuk ifadeyi öyle saatlerce sürdürebilirmiş gibi, gözlerini gözlerime dikmiş, bakıyor. Bu oyunu severim. Ben de ifadesiz suratımla onun gözlerine bakıyorum.

Geçen gün bir makalede okudum. Ayna karşısında, kesintisiz, kendi gözlerinin içine bakarsan, on dakika sonra halüsinasyon görmeye başlıyormuşsun. Böyle şeylerden korkarım. Aynada kendime baktığımda zaten huzursuz oluyorum, gergin hissediyorum. O yüzden, muhtemelen doğrudur diye düşündüm, denemeye gerek görmedim.

Turgut Bey’le böyle göz göze bakarken aklımdan sadece bu geçiyor. Bir cevap vermem gerektiğini hissetmiyorum; ama bu biraz daha sürerse kontrolsüz bir şeyler görmekten korkuyorum.

Turgut Bey, söyleyecek bir yalan bulmaya çalıştığımı düşünüyor; ama beden dilimi incelediğinde buna bir gösterge bulamıyor. Böyle şeylere inanır. O yüzden gitgide huzursuzluğu artıyor. Oysa sorduğu sorunun bir cevabı yok. Henüz hayali bir şey görmedim; ama o kafasında kurduklarının vehmine kapılıyor yavaş yavaş…

“Akşamdan mı kalmasın?”

“Öyle mi görünüyorum?”

“Yorgun görünüyorsun… Bak; biliyorsun her zaman anlayışlı bir patron olmaya çalışmışımdır…”

Yine kendini anlatmaya başladı. Bu bir saplantı. Yeterince takdir görmediğini düşünen insanlar, aradıkları tatmini bulmak için kendilerini anlatır ve karşılarındakinin gözlerinde onay ararlar. Bulamadıkça, daha da çok anlatır, karşılarındakinde sıkılma belirtileri başladığında özgüvenleri zedelenir. Telaşa kapılırlar. İnsanların aciz hallerini izlemekten hoşlanmıyorum.

Arada beni ne kadar sevdiğinden de bahsediyor. Birkaç dakika anlattıktan sonra geriliyor. Kendine olan kızgınlığını bana yansıtmaya çalışıyor. İzin vermiyorum.

“Bir dakika ara verebilir miyiz lütfen?”

Geri döndüğümde, elimde bilgisayarım var. Önüne koyuyorum.

“Sabah 5.30’da uyandım. O yüzden yorgun görünüyorum. Bugünkü güneş kremi markası sunumu için gün doğumunu izlemem gerekiyordu. 6.50’de adalar vapuruna bindim. 7.05’te gün doğumu başladı. 8.30’da Büyükada’daydım. 10.15’te Kabataş’a döndüm. Direkt ofise geldim. Önünüzde, markanın yeni kreatif stratejisi duruyor. Ayrıca mail kutuma bakarsanız, bu sabah 15 tane de mail yanıtladığımı görürsünüz.”

Tam bu sırada Turan’dan bir mail geliyor:

Mustafa Bey,
Sabah istediğiniz görseller ektedir.
Umarım zamanında yetiştirebilmişimdir…

Görselleri açıp Turgut Bey’e gösteriyorum:

Antartika’da alabildiğine beyaz karlarda, penguenlerin yanında güneşlenen bir kadının bel kıvrımından güneş doğuyor…
Mısır’da alabildiğine sarı çölde, piramitlerin yanında güneşlenen bir kadının dudaklarının arasından güneş doğuyor…
İzlanda’da alabildiğine yeşil çayırlarda, puffinlerin yanında güneşlenen bir kadının dizlerinin arkasından güneş doğuyor…
VIENNA
Yeni bir güne başlarken…

Kırmızı suratıyla ve sakinleştirmeye çalıştığı gözleriyle bana bakmaya devam ediyor. Kafasında kurguladıklarını toparlayıp dile dökmeye çalışırken gözlerini sağ üste çevirip odanın köşesine dikiyor. Şu an ilk kez gördüğü kreatiflerin verdiği heyecanla, konuşmamız arasında gidip gelmeye başladı.

“Ancak bu, ‘neden geciktiğimin’ cevabı değil. Eğer konuyu dolandırmadan, durumum hakkında yorum yapmadan, merak ettiğiniz soruları sorarsanız, mesela ‘Sabah neredeydin?’ gibi, ya da ‘Vienna’nın işi bitti mi?’ gibi, kendinizi ve iletişimimizi bu kadar yıpratmazsınız.”

Gözlerinde okuyorum… “Ben olmazsam sen bir hiçsin!” demenin kibar yollarını arıyor. Hepimiz, aslında, birbirimizin egosunu soluyan, mutual bir nefretten ibaretiz.

“Son olarak, eğer gerçekten merak ettiğiniz, neden geciktiğimse, yanıtı şu: Burada olmak istemedim.”

Yeni bir güne başlarken, çayımı yudumluyorum. Geminin penceresinde uzanan uçsuz bir deniz, bir ucundan kızarmaya başlamış.

Ayın doğuşu, yalnızlığın kalbine saplandığı andır, güneşinki ise yorgun kalbinin ayağa kalktığı…

Aramakta olduklarını bulanı, şu an kadar hiçbir şey heyecanlandıramaz.

Bir elim, Ayşe’nin saçlarında geziniyor. Güneş suratına vurduğunda, bembeyaz yüzünde bir çift gülücük gibi uzanan gözlerini kırpıştırıyor:

“Gelmedik mi?”

Aşık Olmak Üzerine →