Uyanmak Üzerine…

  Uyurken huzur veren bir ses ararsınız; uyanırkense aydınlatan bir ışık…

Her gün başka bir sabaha uyanıyoruz. Zaman çabuk geçiyor, yaralar yavaş kapanıyor.

Uyumadan, “Mersin şimdi burda olsaydı, sarılıp konuşurken uyuya kalsaydık…” diye sayıkladığımı hatırlıyorum.

Uyumak için huzur veren bir ses duymaya ihtiyaç duyarsın. Aradığın sesi bulamadığında, uyku uygulamasını açıp ağustos böceklerini dinleyerek uykuya dalabiliyorsun; ama uyanmanın böyle bir yolu yok. Uyandığında ışık görmek istersin.

Ruhunu aydınlatan bir yüze uyanmak… Aşka benzer.

Güneş, rüyalarını aydınlatmıyor.

“Markadan brief geldi.” bu sesi duyduğumda sırtımda bir ağırlık hissediyorum.

Günün hangi saatinde olursan ol dertlerini unutman gereken an gelmiştir. Sonraki yarışmaya kadar boğazında kalacak düğümü yutup Kristal Elma sonuçlarından kafanı kaldırırsın. Sofraya konduğunda kimseyi heyecanlandırmayan bir şişe limonatanın, diziden soluk almak için duran herkesin beynini gıdıklayacak sloganını yazma vakti gelmiştir.

Limonata sevmem, tatlılarla ve tatlı içeçeklerle aram yoktur. Doğrusunu istersen yalnızca sade kahve ve soğuk su içerim. Markadan brief beklerken markanın ve rakiplerinin ürünlerini tanımam gerekir. Şanslıyım ki bunun için hiçbirini içmem gerekmiyor. Onun yerine benzer reklamlara bakıyorum.

İyi günümdeysem işin teslimi için bir günden az süre veriyorlar. O gün, sorumluluk bilincim gereği eski karımı, yeni tanıştığım, ona benzeyen kızı, kaybettiğim kedimi, kredi kartı borçlarımı düşünmeden geçecek güzel bir gün kazanıyorum.

“Süper! Bana mail atar mısın? Ben çıkıyorum…”

“Birlikte bakmıycak mıyız?”

“Yok ben hallederim. Patron sorarsa, Kadıköy’e gitti dersin.”

Uyuyamıyorum. Hayatım boyunca hiç uyuyamadım. Mersin’le olduğum beş yıl dışında…

İnternette yaptığım araştırmalar, okuduğum kitaplar, gittiğim psikologlar ve gece çıktığımda tanıştığım herkesin tecrübelerini dinledikten sonra gelen bir aydınlanma anında, bunun da sebebini buldum. Uyuyamıyorum; çünkü düşünemiyorum.

Tüm düşünceler kafamda esen rüzgarlarla sağa sola uçuşan bulutlar gibi… Hiçbirine tutunamıyorum. Eve dönüp yalnız kalınca hava sertleşiyor.

Mersin, masamda duran tek kulaklı tavşanı hediye ederken bir anda fırtınaya kapılıp kayboluyor. Kedim Nisan, masaya atlayıp tavşanı yere atıyor ve patisiyle kırılan kulağı dürtmeye başlıyor. Sağa sola atlamasın diye Eminönü’ne gidip ona bir tırmalama alıyorum. Salonun ortasındaki kedi tırmalamasından sıkılıp, açık unuttuğum pencereden düşüyor. Duvardaki fotoğrafa dalıp onu ararken aşağı mahallede buluyorum kendimi. Fotoğrafı çektiğim gün istifa ettiğim iş yerimde, patronumla tartışıyoruz. Kitaplarımın yanındaki telefon çalıyor ve hayalimdeki iş teklifi geliyor. Efrasiyab’ın Hikayeleri’nde Küçük Süpermen’le karşılaşıyorum. Kitabı kapatıp hayal kurmaya başlıyorum. Bugün dolunay! Dışarı çıkıp yeni birileriyle tanışmam lazım. Saat 3.00’ten sonra, bir tek Haliç’in kıyısı kalmış muhabbet arayanlara… Parkta konuştuğum adamın dün mapustan kaçtığını öğrenince acil bir işim çıkıyor ve oradan da uzaklaşıyorum. Yatağımı bulmam günler ve günler sürüyor…

Sabah ofise günaydın gülüşümle girip herkesle selamlaşıyorum. Kadriye, “Kahve yapiym mi; orta?” diyor. Elimdeki karton bardağı gösterip “Az sonra…” diyorum. Selim yanıma yaklaşıyor; yürürken: “Abi, ortam gergin, haberin olsun.”

“Hadi ya, n’oldu ki?” diyorum, bilmez gibi.

“Bugün sunum var, patron sunumu görmek istiyor, sana ulaşamadık dün.”

“Burdayız işte, daha bugüne vakit var….” , gülümsüyorum… Bu gülümsememin verdiği tedirginlikle karışık merak hissini Selim’in yüzünde okumak, Tom Cruise’un dört kere öldüğü Mission Impossible’ın heyecanını günlük hayatımıza taşıyan ayrıntı…

Masama oturduğumda, Selin geliyor topuklularının üzerinde sekerek: “Mustafa Bey, patron 11.00’de toplantı istiyor.”

“Sunum kaçta ki?”

“Üç’te.”

“11.30’a al toplantıyı. Olur mu?”

Söz konusu olan işse, en ince ayrıntıyı bile atlamıyorum. Konusu açılınca, çocukluğumun her anı, tentürdiyotlu suya çamaşır suyu damlatılınca berraklaştığı gibi aydınlanır. Ama orta vadede hafızam berbattır.

Düşünmek ve hatırlamak için boş, temiz kağıt ve kalem kullanıyorum. Aklındakileri bir sayfaya yazarsın. Sonra yeni bir sayfaya kutular çizerek hatırladıklarını sınıflandırırsın. Her kutu, zihninde bir yer temsil eder. İçini ve etrafını doldurarak ilerlersin…

Açtığın her yeni sayfada, unuttuklarını geride bırakır, hatırladıklarının çizdiği yeni biri olarak yoluna devam edersin.

Karıma karşı suçum buydu. Hiçbir şeyi unutmadığım kadar, yaşadıklarımızı unuturdum. Özel günlerimizi, hatıralarımızı, onun sevdiklerini, kuzeninin adını…

Sevmek ne garip şey. Hiçbir kutuya sığmıyor…

Suçumu farkettiğimde, her şeyi not etmeye başladım. Beni tanıştırdığı herkesin adını, yediğimiz yemeği sevip sevmediğini, hangi filmde ağladığını, gitmek istediği ülkeleri…

Kadınlar, onlar için çabaladığınızda bunu görmezler. Tüm notlarımı ondan gizlememe ve unuttuklarımın sadece beşte birini ona farkettirmeme rağmen, onun için dünyanın en duyarsız erkeğiydim…

Kadriye türk kahvemi masama bırakıyor. Önümdeki kağıtta gülümseyen bir kaktüs var. Kaktüsün saksısını düzeltmeye çalışırken kahveyi farkediyorum: ‘Ne zaman bıraktı bunu?’

Saat 10.30. Neyse ki bir saatimiz daha var.

Turan’a bir mail yazıyorum:

‘Bana, bir şişe limonatayı kafaya diken bir kaktüs çizer misin?
Kaktüs, çölde olmasın.
Saksıda da olmasın.
Deniz kıyısında olsun.
11.00’de sunum var.
10.55’e kadar, elinde ne varsa yolla!!!’

Sonra bir mesaj yazıyorum:

‘Sana mail attım,
hemen bak!!’

Kalemi elime alıp önümdeki saksının yanına sloganlar yazmaya başlıyorum. On beş yirmi tane yazdıktan sonra, bir elimde kahvemi yudumlarken, kağıdı havaya kaldırarak bakıyorum. İlk yudumu almamla tüm kahve istemsizce ağzımdan kağıda püskürüyor.

“Kadriye! Bu ne?!”

“Latte sevmediğini tahmin etmiştim.”

“Nerden?”

“Gözlüklerin… Reklam dünyasında sütlü kahve içen birine rastlamadım.”

‘Bütün günü seninle konuşarak geçirebilirim’ demek istiyorum. Bu, aslında, ‘Kirpiklerine baktığımda fırtınalar dağılıyor, kendimi Maldivler’de denizi izlerken buluyorum’ demek:

“Reklam dünyasında kimse sütlü kahve içmez.”

“Gözlüklerine rağmen, bir reklamcıya göre fazla şıksın.”

“Tüm reklamcılar, kendine göre, fazla şıktır.”

“Kelime oyunların da mesleki deformasyon işareti…”

Bizim meslekte deforme olmayan hiçbir şey yoktur. Aynada kendine yabancı gözlerle bakarken bulursun kendini… Başkalarının nasıl düşündüğünü anlamaya çalışırken, döner dolaşır, yabancıladığın kendine vurulursun. En güzel bakışlar sana aittir, en güzel fikirlerin olduğu gibi…

“Sen? Doktor musun?”

“Öyle mi görünüyorum?”

“Güzelliğini bu kadar göz ardı eden başka bir meslek bilmiyorum.”

Alışık olmadığım bir gülümsemeyle yanıt veriyor…

“Dün nöbette miydin?”

“Dün… Ve önceki otuz sekiz saat…”

Mailbox’ıma Turan’dan bir mail düşüyor:

‘Abi, bu kadar oldu, şimdilik…’

Dünyayı kurtarmıyoruz; ama yeteneklerimizle, insanların zamanlarını, hayatlarını, yaşamlarını harcayarak kazandıkları parayı ödemeleri gereken markaları onlara söylüyoruz.

Turan, Stan Lee gibidir. Ona ‘Ben nerede olmak isterdim?’ diye sorarsınız. O da size olmak istediğiniz yeri çizer.

Twitter’a girip ‘limonata’ yazıyorum. Birkaç tweet okuduktan sonra, limonatayı gerçekten seven birinin yazdığı metni alıp Turan’ın çizdiği kaktüsün tepesine koyuyorum.

Kreatif fikrimizi sunuyoruz… Markaya, rakiplerine, hedef kitleye, daha önce yapılan işlere dair, klişe on-onbeş slide… Deniz kıyısında kafasına limonata diken kaktüs görseli… Sıradan bir kadının yazdığı tweet’ten devşirdiğim slogan…

Önce patronun takdirini, sonra markanın hayranlığını ve son olarak Cannes Lions’ı kazanıyoruz.

Mersin’den önce, ve ondan sonra… Hiç uyuyamadım.

Uyuyabilmek için bazıları kafasını sokacak bir eve ihtiyaç duyar. Bense cebime indirdiğim bir uygulamadan gelecek ağustos böceği seslerine razıyım. Ama uyanmak… Onun için, güneş bile yetmiyor…

Aramak Üzerine →