Özlemek ve Nefret Etmek Üzerine

 “Birinden nefret edemezsiniz. Onu ancak içinizde birikmiş bir nefrete kurban edebilirsiniz…”

Kapıdan girenlere baktım uzun uzun. Ona benzeyen biri var mı diye aralarında… Zorladım kendimi, benzetmeye çalıştım.

Hadi diyelim o olsun gelen, n’olacaksa…

Öyle anlamsızdır zaten özlemek. Güvenli alanınıza dönmek istediğiniz bir andır, güçsüz hissettiğiniz.

Bir duygu değildir, bir iç güdüdür. Bebeğin annesinin memesine uzanması gibidir. Önleyemezsiniz, ve bir anlamı vardır. İç güdüler içinde hayvansılaştırmaktan çok insan olmaya terbiye edenidir.  Olgunlaştırır çünkü….

‘Öyle olmaması gereken’leri belleten bir acıdır. Bir daha dokunmaman gereken dikenleri kafana sokar, yaka yaka.

Açlıkla, uykusuzlukla terbiye eder özlem. Ya sevdiğin güne lanet ettirir, ya ihanet ettiğin…

Gelmesini beklemek, bunca zaman sonra, tabi ki bir aptallık. Gittiğim yerleri ondan iyi bilen yok sonuçta. Sık gittiğim bir yere benden sonra adım attığını sanmıyorum. Bir anı hatırlatıyor sadece… Ve dedim ya, önünü alamadığın bir iç güdü…

Çok az sonra, “Artık yeter!” dedikten… Burada çalışırken, masum suratıyla girmişti kapıdan, yanıma oturup “Hadi evimize gidelim” demişti. Onu orada dondurdum. O hali, sevdiğim son haliydi. Gözleri parlıyordu, ağlamaya hazır değil, öfkeyle dolu, “Gel, başladığın şeyi sürdürmek zorundasın.” diyen, kararlı…

Gördüğüm en kararlı masum bakışlar. Zaten o andan sonra ne onda, ne de başkasında içten hiçbir bakış görmedim.

Birini, masum olmadığı için suçlayamazsın. Birini, seni sevmediği için suçlayamazsın. Birini, senin istediğin kişi olmadığı için suçlayamazsın.

Ama yıllar sonra, hayatının merkezindeki kadının başka biri olduğunu görmek acıdır. Kendini de ondan nefret etmeye çalıştığın için suçlayamazsın…

Yeterince vicdanlıysan, ne kendini kurtarabilirsin bu çelişkiden, ne de geri dönebilirsin “… başladığın şeyi sürdürmeye…”

Burası sığınaklarımdan biri. Neden bilmiyorum, kimseyi gerçekten tanımıyorum; ama herkes tanıdıkmış gibi hissettiriyor. Uzaktan selamlaşmalar, gözlerinin içine bakıp gülmeler… Birkaç kereden fazla gördüğün insanlarla komşu gibi hissediyorsun. Bazen hal hatır sormak günün en mutlu anı oluyor. İstanbul, evinmiş gibi gelmeye başlıyor.

Ben yabancılaşmaya yatkın biriyim:

 Cennet orada,
şu kapının ardında,
hemen yandaki odada;
ama ben anahtarı kaybettim.
Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.

Karıma karşı o kadar çok kez böyle hissettim ki… Onu en çok sevdiğim anda bile, bazen yüzüne bakamazdım. Söyleyeceğim her şey içime tıkılır kalırdı. O kapıyı açamazdım.

Bir kahve ve soğuk su daha aldım. Şehrin en büyük hastalığı bu. Dudak tiryakiliği… İçmeden duramıyorsun. Bir saatte içtiğin kahvenin acı tadını dengelemek için bir de üstüne su içiyorsun. Sonra saat başı bunu tekrarlıyorsun. Sık sık tuvalete gidiyorsun. Böbreklerinde kahve çekirdekleri birikiyor, yıllarca bunu sürdürüyorsun. Sonra gece uyku girmezken gözüne, tavana bakıp vücudundan büyüyen kahve ağaçlarını hayal ediyorsun.

Şanslıyız ki İstanbul’un iklimi kahve ağaçlarının yetişmesine elverişli değil.

Neredeyse iki yıl olacak. İki yıldır yemek yapmıyorum. Buzdolabı sık sık bozulmuş meyvelerle doluyor. Eve gitmek hücreme dönmek gibi… Misafir istemiyorum. Kitap okumak istemiyorum. Birlikte izlediğimiz dizilerin hepsi bitti, yeni bir diziye başlamak istemiyorum.

Eskiden kalem olan ev, artık bir araf yerine dönüştü. Onu hatırlatan eşyaların çoğunu attım. Ev bomboş kaldı.

Arkadaşlarım, “Yeni bir yaşama devam etmekten korkuyorsun!” diyor, oysa ben yeni bir yaşam hakkında hiç düşünmedim bile…

Bazıları, ondan nefret ettiğimi düşünüyor. Çünkü onun hakkında hiç konuşmuyorum. Sadece bahsi geçtiğinde yüzüm gölgeleniyor(muş).

Bu nefret mi? Ona dair ne hissettiğimi bilmiyorum artık; ama kesinlikle nefret değil. Adı geçtiğinde mutlu olduğumuz anlar zihnime çullanıyor. Kalbimse acıyla doluyor. Nefretin böyle bir şey olduğunu sanmıyorum.

Birinden nefret etmek çok zordur. Nefret etmeyi başarabilenler, nefreti içinde büyütenlerdir.

Nefretlerine birini hedef yaptıklarında rahatlarlar, içleri boşalır. Ama aslında bir kurban seçmişlerdir. Nefret etmek bir cinayet gibi, ve kendimi buna hiç hazır hissetmedim.

Çalışmak insanı özgürleştirir! Çalışmak için yalnızca odaklanabildiğim anlar kaldı. Kafamdan o’nu atabildiğim anlar… Ve bu gerçekten özgür hissettiriyor. Kendimi Auschwitz kampında gibi hissediyorum. Bilinmeyen bir yere varana kadar çalışmadığım sürece gökyüzünün maviliğinin bile farkına varmadığım bir avluda…

Bilgisayara kafamı eğmiş, birikmiş mailleri temizlemeye çalışıyorum. 260 yazıyor okunmamışlarda… Ayrıca sonra cevaplamak üzere işaretlediğim 61 tane daha var. Bir de önemli mailler altında 45 tane, 15’i bugün gelmiş…

Bazen çalışmak mail yanıtlamaktan ibaret gibi hissediyorsun. Ne kadar mail yanıtlarsan o kadar işinle ilgilisin. Cep telefonuna düşen her uyarıyı ilk 2 saniyede analiz ediyorsun. Çok acil değilse sağ köşedeki tuşa basıp ‘Click’ sesini duyuyorsun. Bu, sonraya attığın her şey gibi içinde taşıdığın yükü artırıyor.

Bir musluk Mustafa’nın mail kutusuna günde 100 mail atıyor, başka bir musluk 50 tanesini sonra yanıtlamak üzere başka bir kutuya atıyor. Mustafa her gün 30 tane maile yanıt yazıyor. Her cuma günü bittiğinde mail kutusu ne yapacağını bilmediği, geceleri rüyasına giren maillerle doluyor. Buna göre, Mustafa aslında işinde ne kadar başarılıdır?

Kapı açıldı, bir müşteri daha içeriye girdi. Önce kafamı çevirmedim, ama tanıdık parfüm kokusu dikkatimi dağıttığında çoktan bilgisayardan kalkan kafamı arkaya dönmüş, kimin geldiğine bakar buldum. Belki bunu herkes için yapıyorum; istemsiz iç güdülerimden sorumlu değilim.

Kasaya doğru yürüyen kızın önce kalçasına baktım; her erkek gibi. Sonra belinden sıçrayıp saçlarına tırmandı gözlerim. Henüz arkası dönüktü. Kahvesini sipariş vermek için kasaya döndüğünde, dudaklarına tutunup burnuna asılı kaldı. Buraya kadar kaybettiğim bir şey bulamamışken, uzaktan bir şarkı gibi gelen sesiyle ayağa kalktım.

Elime yapışmış kahve bardağını çöp kutusuna bırakıp kasaya varmam bir adım sürdü. İlk kez duyduğum bir şarkının kaybettiğim tüm hisleri uyandırıp bir kez daha dinle tuşuna bastırdığı gibi duymak istedim sesini.

“Pardon, ne sipariş verdiniz?”

Henüz bakmayı akıl edemediğim gözleri bana döndü.

Densizliğimden utanarak gülümseyip barista’ya “Aynısından bir tane de bana” dedim.

Elim, replay tuşunu arar gibi arkama gitti. Tanımadığınız biriyle konuşurken en çok elleriniz utangaçtır. Kendini göstermekten çekinen bir kediye dönüşür ve saklanacak yer ararlar.

Biraz sustuktan sonra “Latte” dedi, “Sevmiyorsan, siparişini değiştirmen için…”

Bu ses, ikinci kez dinlemek istediğim o şarkı mı?

“Sevmem” diyip barista’ya döndüm: “Kenya french press yapar mısın benimkini?”

‘Benimki’ ne ya? Sanki birlikte kahve içmeye gelmişiz gibi…

“Birine benziyorsun… Burada görmeyi beklemediğim birine…”

Gülümsemedi, ‘Tanışmıyoruz, ama tanışmak istiyorsun belli ki’ der gibi baktı sadece.

“Ayşe Hanım Latte’niz hazır”…

Uyanmak Üzerine →